BUYRUN..

HOŞ GELDİNİZ :) ARKANIZA YASLANIN VE TADINI ÇIKARIN..

25 Ocak 2013 Cuma

24 Ocak 2013 Perşembe

ADINI SEN KOY..

Yalnız bir çiçek yaşarmış uzun yıllar önce. Adı nedir bilinmez. Şimdiki çiçeklere benzemezmiş onun kokusu, güzelliği...Yaprakları güneş gibi parlak, renkleri gökkuşağı gibi canlıymış.

Bereketli topraklarda dikildiğinde fidesi, açmazmış bu çiçek, küsermiş. Dedim ya, bu çiçek diğer çiçeklere benzemez.

Dünyanın bütün renklerini barındırırmış minicik bedeninde. Kökleri toprağa öyle bir bağlanırmış ki, kimse koparamazmış bu çiçeği.Yalnız başına, susuz bir çare iken toprak bir damla yağmur olmuş çiçek, büyümüş, serpilmiş toprakla birlikte. Kimsesiz toprağa aile oluvermiş..

Yıllar geçmiş, toprak bereketlenmeye başlamış. Artık çiçek güneş gibi parlamıyor, renkleri canlı görünmüyormuş. Toprak çaresiz, toprak mutsuz.

Artık çiçek eskisi gibi sıkı sıkıya tutamıyormuş toprağın ellerini, biri gelse kopacak topraktan o da farkında. Ölüyormuş çiçek çaresiz, kimsesiz, yalnız... Ölmeden, son kez toprağa bakmış yaşlı gözlerle, kökleriyle sıkıca tutunmuş. Öyle bir sıkı tutunmuş ki, toprak sarsılmış. Bir koku yayılmış etrafa, toprağın özlediği o koku, onun kokusu. Toprak, kokunun her bir zerresini içine çekmiş, hapsetmiş. Çiçek ölmüş, ama toprak çiçek gibi kokmaya başlamış.

Derler ki her yağmur yağdığında burnumuza gelen koku, toprak kokusu o çiçeğin kokusuymuş.
Belki bir gün demiş toprak... Ve susmuş sonsuza kadar...

23 Ocak 2013 Çarşamba

"O AN"

Eller anlatır her şeyi bazen.Dil susar, baş eğilir, hatta gözler bile görmez . Bel bükülür, secde edilir, dua edilir.
Dua etmenin belli bir dini, ırkı yoktur. Hatta her dua aynı anlama gelmez mi?. Her dua bir yakarış değil midir, bir sesleniş?
Allah'ın verdiği bir çok nimete şükrediştir dualar.
Bu gün Mevlid Kandili, Peygamber Efendimizin doğum günü olması sebebiyle"O an" ne oldu bilmek istersiniz diye düşündüm.
Hz. Amine doğum anını şöyle anlatıyor;
Nurdan başka bir şey görmüyordum. Doğum anı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm , gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kase şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nur gördüm, evim o kadar nurlandı ki; o nurdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hatun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp bana hizmet eden bu hatunlar Abdü Menaf kabilesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm.
Mübarek başını secdeye koydu.
Dediler ki; " Onu insanların gözünden örtün ". O anda bir grup kuş peyda oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yakuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim. Ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. 3 bayrak dikildi. Onların biri doğu, biri batı diğeri de kabenin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Yavrum doğar doğmaz, mubarek başını secdeye koydu ve şehadet prmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. Onu kapladı. Bir ses işittim ;" Onu mağribten meşrıka kadar her yerde gezdirin. Ta ki , cümle alem onu, ismiyle, cismiyle, sıfatıyla görsünler." diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve yavrumu bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan 3 kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Yavrumu o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar, ipeğe sardılar. Sonra mübarek başına güzel koku sürüp, mübarek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular." 
Hayal gücümü sorlasam dahi "O an" taşıyor içimden. Sığmıyor, sığdıramıyorum. Sözcükler akıyor dilimden, şunları işitiyor kulaklarım;
Resulullah Efendimize binlerce salat, binlerce selam olsun.
Hepinizin dualarının kabul olması dileğiyle...

22 Ocak 2013 Salı

AŞKIN KİMYASI


 Bu şarkıda ve daha bir çok şarkıda , şiirde, hikayede aşkı gözlerin anlatabileceğini savunur insanoğlu.Peki bu gerçekten de böyle mi?. 
İnsanlar bunu bilimsel olarak (üşenmeyip) araştırmışlar, "İşte size aşkın kimyası" demişler. Ben okuduğumda  ; "Oha ! Aşk hastalık mı? " diye düşünmeden edemedim . Size şöyle kısaca bahsedeyim;

Bir annenin çocuğunu karşılıksız olarak sevmesinin nedenini bile araştırmışlar. Sonuç: 

Hormonlar. Anneler doğum yaptıktan sonra vücutları bazı hormonlar salgılıyor. Bu hormonlar yalnızca kadınlarda ve memeli hayvanların dişilerinde bulunuyor ve yalnızca doğum sonrası salgılanmaya başlanıyor. Tabi aşık olunca salgılanan hormonlar farklı. "Aşk Hormonu"  adı verilen bu hormon vücutta henüz bulunamadıysa da, aşık olan bir insanın vücudunda mutluluk hormonu, cinsel istek hormonu, stres hormonu ve adrenalinin arttığı tespit edilmiş.Buraya kadar bir problem yok. Sonrasında şu bilgilere ulaştım:

MRI görüntüleme sistemiyle aşkın, beynin "Ödül Merkezi" olarak bilinen bölümünde hareketlere neden olduğu bulunmuş. Aynı bölge uyuşturucu bağımlılığı söz konusu olduğunda da etkilenmekteymiş
Aşkın ilk evrelerinde beynin sex güdüsü ve bağımlılık gibi bölgeleri hareketleniyormuş.
Aşık olduğumuzda kanımızdaki serotonin seviyesi düşüyormuş. Aynı etki obsesif-kumpulsif bozukluklarda da görülmüştür.

Bu açıklamalara göre  ben aşkın hastalık olduğu kanısı üzerinde yoğunlaştım , biraz da kafa patlattım. "Aşk bir hastalık ise bunun iyileşme evresi nedir ? Hiç iyileşen var mı?" gibi sorular yönelttim kendime. Sonra aklıma bir sürü iş toplantısı hikayeleri, Anlamsız bir sebepten dolayı dayak yiyen kadınlar, aldatanlar, aldatılanlar geldi. İşte bunlar iyileşenler değil miydi.

Dönelim şu aşkı anlatan gözlere? Ne görüyoruz da biz karşı cinsin gözlerinde, " bu deli gibi bana aşık" kanısına varıyoruz.?
Tabiri caizse "Gözdeki pırıldı" yı nasıl okuyabiliyoruz.?

Bak arkadaşım sana açık konuşayım. Aşık olan bir insan daha hızlı göz kırparmış( bilim öyle söylüyor). Kırp bakalım sürekli gözünü , sıkıyosa sulanmasın. Sen de sulanan gözde kendine pay çıkarmaya çalış. Oldu olacak gözüne parmağını sok da ağlasın senin için.

Benden söylemesi....

21 Ocak 2013 Pazartesi

BİZİM ZAMANIMIZDA

"Bizim zamanımızda böyle değildi. Çok değişti her şey çok" der hep büyükler.Çoğu şeyden şikayet edildiğini biliyorum. Aslında şuna değinmek istiyorum, zaman değişmediyse -ki ben bunu savunuyorum-, değişen ne? Ne değişti de bir şeyler farklı oldu(onlara göre).

Karakterler değişti, oyuncular. Biraz birlikte empati kuralım. Biz Ayşe Nine'yiz. Ayşe Nine , nine olmadan önce Ayşecikti, en sevdiği abisiyle, ablasıyla, annesiyle babasıyla çok mutluydu. Zehra en yakın arkadaşıydı. En sevdiği oyuncağını bir tek onunla paylaşırdı. Hasan arada bir onun saçını çekerdi oyunlarda ama o yine de ona küsmezdi.

Bayramlarda ilk önce büyüklerin elini öper, sonra arkadaşlarıyla şeker toplamaya giderdi Ayşecik :).Gözü gibi saklardı çikolatalarını, şekerlerinin abisiyle ablasından. Derken Ayşecik artık Ayşe oldu, aşık oldu. O mutlu günler daha da güzel geliyordu ona, dünya daha bir güzel. Bir çok güzel anı yaşadı Ayşe, çok güzel, mutlu günler geçirdi, evlendi, çocuk sahibi oldu... Yaşaması gereken ne varsa sırasıyla yaşadı. Tüm sevdikleri yanındaydı, annesi, babası, kardeşleri, sevdiği adam, çocukları, hatta Zehra bile.

Sonra zamanı gelen uçmaya başladı Ayşe'nin hatından, önce annesi, sonra babası.. Biraz daha zaman geçti Kardeşleri de göç etti. .Biraz daha zaman sonra sevdiği adam bile yalnız bıraktı onu. O artık Ayşe Nine oldu.

Torunları vardı, çocukları vardı, Hatta en zevdiği arkadaşı bile hasta olmasına rağmen onu yalnız bırakmamıştı. Ama yetmiyordu.

Annesi geliyordu aklına her bayram sabahı. Ailesi geliyordu. Hep bir şeyler eksik geliyordu, eskiden olan  ama şimdi olmayan o mutlu şey eksik. Ve Ayşe

Nine konuşuyordu " Bizim zamanımızda böyle değildi, çok değişti her şey çok."

20 Ocak 2013 Pazar

BULUTTAN "KAY-BAKAM"

Ben küçükken bulutların üzerinde yaşayan bir çocuktum. Orada hiç yağmur yağmazdı, her gün hava güzeldi, güneşliydi, beni okula zorla gönderecek bir anne de yoktu başımda. Buluttan salıncağımla sallanıyordum bütün gün. Arkadaşlarımla birlikte en yüksek bulutun üzerine tırmanıp aşağıya bırakırdık kendimizi , yumuşacık pamuk gibi bulutun içinde kaybolurduk.

O şekilli bulutlar var ya; işte o bulutlara ben şekil verirdim hayal güzümle. En şekilsiz bulutu seçer onu bir kuşa, bir tavşana, bir kediye çevirebilirdim.
Her gün hiç bıkmadan uyanır uyanmaz günün bulutunu seçer, orada gökkuşağından kurardım evimi. Tek boynuzlu atımla dolaşırdım bütün gün gök yüzünü.

Kabul ediyorum ben yaramaz bir kız çocuğuydum. Kız çocuğu olmama rağmen ben erkek çocuğun yaptığı ne varsa her birini eksiksiz yapmışımdır.Çocuk dövmeye gitmeler, cam kırmalar,  anneme gelen o şikayetler ve yediğim o dayakların haddi hesabı yok.

Bir gün bile evde oturmazdım, her gün düzenli olarak  4. derse girmez, o ders saati süresince çocuk parkında oynardım.

O zamanlar kurduğum bir hayal değil bu bulut hikayesi. Hiç bulutların farkında bile değildim ki hayalini kurayım.Ne zaman ki mahallemizin delisi benim büyüdüğümü, dövülecek kıvama geldiğimi fark etti, işte o zaman işler değişti.

ADI : Pınar
KOD ADI: Deli Ponar (Adını soranlara Ponar derdi)
YAŞ: 13 (Ben daha 8 yaşıma girmedim bile)
GÜÇ KULLANIMI: %100
Pınar ailenin 10 çocuğundan biri. Diğer kardeşlerde sağlık problemi yok, bir tek Pınar biraz problemli. Ama buna da şükür, 10'da1 hata fabrikalarda bile oluyor.

Mahallede hemen hemen hepimiz akrandık , yani benim dövülecek kıvama gelmem , herkesin dövülecek kıvama gelmesi demekti. Ama bizimle birlikte oynayan kardeşlerine dokunmazdı, yani o kadar da deli değildi anlayacağınız. (Akıllı delilerden).

Allah var yukarda, bizi öyle pat diye de dövmezdi hakkını yemeyeyim. Ürkütmeden yaklaşırdı, aramıza girerdi, "Hadi oyun oynayalım" derdi. Biz de sıkıysa oynatmayın modunda sorduğu için " Tamam Pınar abla" derdik.(Cılız bir ses tonuyla, ürkek ve ağlamaklı. Ne de olsa sonumuzu biliyoruz ya.) "Siz bana deli anne, deli anne diyeceksiniz, ben de sizi koşturacam, yakalarsam süpürgeyle  dövecem" derdi. (Babababa.. Fantazili dövüyodu bir de bizi deli.) Pınar 13 yaşındaydı ama Pınar'ı bir gör 20 dersin. Boy pos o biçim. Biz de cılız, zayıftan veletcikler işte. Şu fotoğraftaki çocuklar gibi bakardık ki ona bizi dövmesin, sevsin diye. Ağlayanlar bile vardı yaw.
Aldı eline bir tel süpürgesini "Başlayın" dedi. Bize de çevresin de halka oluşturttu ki hemen yakalasın bizi ( En azından birimizi). Biz Kuzenim Hüseyin'le el ele tutuştuk, birbirimize gözü yaşlı bakıştık. Pınar saydı; "1,2,3". Biz de " Deli an...?" diyemeden  bu bizi bir yakaladı. Bizi öyle bir dövdü ki,anamdan bile öyle dayak yemedim. Ağlayarak eve gittim. Ertesi gün bir daha, bir daha, daha, daha... Artık pes ettim, dışarı çıkmamaya karar verdim. Evde sıkıntıdan gökyüzüne bakarken işte o an o ilahi bulut göründü;

Ve ben hayal kurmaya başladım....:)

19 Ocak 2013 Cumartesi

THE WAVE



Hiç kumların böyle güzel dans edebildiğine tanık olabildiniz mi? Öyle bir disipline edilmiş ki her bir kum tanesi, birbirinin yerine, sırasına rengine karışmadan sadece dans ediyorlar.
Buranın adı "The Wave"(Dalga).
Dalga Arizona Şeridi'nin Coyote Buttles kuzey bölgesinde yer alıyor.Bu fotoğrafta dalga, gölgeleri en aza indirmek için öğle vakti çekildi.
Burası kesinlikle ziyaret etmeye değer bir yer; ama burayı görmek için izin almak öyle kolay değil. Öyle ki  Nisan, Mayıs, Eylül, Ekim aylarında onar günlük izin alınıp 150 kişiye kadar gruplar girebiliyor. Ama diğer aylarda bu oran en az %50 kadar daha azalıyor. Anlayacağınız bu kum tanecikleri her zaman musait değil.:).İlgilenenlere doğru zamanda doğru yerde olmalarını ve bu kum tanecikleriyle dans etmelerini öneririm.

18 Ocak 2013 Cuma

BANA GÖRE ATLANTİS 

Çok uzun yıllar önce, dünya da insanlar yaşarmış. Bu insanların ne renk olduğu, ne ırk olduğu önemli değil. Savaş o zamana kadar hiç olmamış.  Şimdiki gibi yüksek binalar da yokmuş o zamanlar.

Alabildiğine yeşilmiş toprak ana, deniz berrak mavi.Güneş o zamanlar daha parlak görünürmüş insanların gözüne. Bulutların beyazlığını hayal bile edemezsiniz.Yağmur yağdığı zaman toprak ana en güzel parfümlerini sıkmış bir kadın gibi  kokarmış.

Dediğim gibi o zamana kadar hiç savaşmamıştı insanoğlu. O kadar ileri teknolojiye sahiptiler ki, şimdiki dünya insanı ilkel kalır yanında. hem o zaman kıtalar da ayrı değil bir bütündü. Tüm teknoloji her ırktan insanlar arasında tartışılır, görüşülür, paylaşılır ve kabul edilirdi o zamanlar.

Hatta inanmazsınız , diğer gezegenlerden bile ziyarete gelirmiş diğer canlılar. Bu mutluluğun sırrını anlamaya çalışırlarmış.İnsanlarla konuşurlar, sorular sorarlar, öğrenirler, öğretirlermiş. Hiç korkmazlarmış birbirinden, kimsenin karısında,kızında kalmazmış bir diğerinin gözü. İşte o zaman yaşanan aşklar şimdiki aşklara benzemezmiş. Aşk sadece insana olan aşk değilmiş, doğaya da aşık olurlarmış, toprağa da, ağaçlara da, Tanrıya da..

Birbirini övmezler, yermezlermiş. Düşeni bir diğeri kaldırır yardım edermiş. O kadar güzelmiş ki dünyadaki hayat diğer gezegenler arasında kıskançlığa neden olmaya başlamış. İnsanlardan nefret edenler bile olmaya başlamış.

Bir gezegen varmış ki evrenin en uzak köşesindeymiş. Evrende  GRİ GEZEGEN adıyla bilinirmiş. Havası her gün bulutlu hatta çoğu zaman sisliymiş. Bu nedenle güneş ışığını göremeyen bitkiler ne büyür ne de meyve verirmiş. Toprak balçıktanmış.Halkı kendi arasında sürekli bir tartışma halindeymiş. İsyanlar başlamış. Gri gezegenin insanları da dünya insanlarına benzermiş. Sadece güneş ışığını görmediği için vücutları cansız, halsız, aşırı beyaz tenliymiş.

Bir gün Dünya insanlarına haberci göndermişler. Dünyada yaşamak istediklerini, gerekirse zor kullanacaklarını   bildirmişler. Dünya insanları bir toplantı düzenlemiş.Kimisi birlikte yaşayabilcekleri taktirde kabul edeceğini söylerken, kimileri de bunu asla kabul etmeyeceğini sölemiş.Böylece aralarında ilk fikir ayrılığı çıkmış. Sarı ile kırmızı , siyah ile beyaz  ayrı 2 gruba dönüşüvermiş bir anda. Öyle ki arada kalanlar da bir grup secmek zorunda kalmış.

Gri gezegen ordusuyla gelmiş. Dünyalı insanlar kabul etmeyenlerin kurduğu küçük bir ordu ile karşılamış onları. Siyah ile beyazlar uzaktan olacakları izliyorlarmış. Griler saldırmış ,Dünyalılar saldırmış. Griler vurmuş, Dünyalılar vurmuş. Bir onlardan bir bizden derken , Öyle bir sarsıntı olmuş ki hiç bir depremle kıyaslanamaz.

Bu öyle bir sarsıntıymış ki üzerinde bulundukları toprak parçalanmaya başlamış. Bir sürü uçurum oluşmuş bir anda etraflarında. Kimse bir şey anlayamadan yer kabuğunda öyle bir delik açılmış ki, savaşanlar kaçamadan o delikten hızlı bir şekilde düşmeye başlamıslar. Düşmüşler düşmüşler düşmüşler... 5 GÜN 6 GECE boyunca dibini göremedikleri karanlığın içine doğru düşmüşler.  Sonunda; berrak deniz yutmuş hepsini. Kaçamamış hiçbiri. Siyah ve beyazlar da kurtaramamış onları.

 Kıtalar ayrılmış senelerce sürüklenmiş birbirinden bağımsızca.Kim hangi kıtanın üzerinde kalmıs ise o da sürüklenmiş . O günden bu güne bir sürü ırk oluşmuş, bu ırklar aile kurmus, o aileler milleti oluşturmuş, o millet devleti oluşturmuş. Peki ya sonra?..